HIV virüsünün insan vücudunda on yıllarca gizlenme yeteneği, bilim dünyası için uzun süredir bir muamma olagelmişti. Hastalığın kontrol altına alınması ve nüksün önlenmesi için genellikle uzun süreli tedaviler gerekiyor. Ancak, son yapılan bir araştırma, HIV'nin bu gizlenme ve uyku dönemindeki sığınağını aydınlatarak, virüsten kurtulma yolunda önemli bir adımın atılmasını sağladı.
Virüs, latent yani uyku dönemindeyken, konak hücrelerin DNA'sına entegre olmuş ve sessizleşmiş bir 'provirüs' olarak varlığını sürdürüyor. Bu durum, HIV'nin günümüzdeki modern tedavilere rağmen tam olarak yok edilmesini zorlaştıran temel nedenlerden biri. Antiretroviral ilaçlar, virüsün çoğalmasını baskılayıp kan dolaşımındaki miktarını azaltsa da, gizlenmiş provirüslere ulaşamıyor. Bu nedenle, tedavi kesildiğinde virüsün yeniden aktifleşme riski devam ediyor.
Daha önceki çalışmalar, HIV'nin beyin, böbrekler, karaciğer, akciğerler ve sindirim sistemi gibi çeşitli dokularda barınabildiğini göstermişti. Başlıca gizlenme alanı bağışıklık sisteminin T hücreleri olsa da, virüsün deri hücreleri, beyaz kan hücreleri ve böbreklerdeki podositler gibi organlara özgü hücrelerde de saklandığı biliniyor.
HIV'nin uykuda kalma mekanizmasına dair birçok detay hala tam olarak anlaşılamamıştı. Virüsün farklı doku ve hücre tiplerine nasıl sızdığı ve orada nasıl yerleştiği ise merak konusuydu. Yeni araştırmaya göre, HIV bu gizlenme işini dokuya özgü bir yaklaşımla gerçekleştiriyor. Virüs, bulunduğu ortamın koşullarına uyum sağlayarak konak hücre DNA'sına entegre oluyor. Örneğin beyin gibi bölgelerde, daha az aktif DNA bölgelerini tercih ederek genetik materyallerden kaçınıyor.
Bu bulgular, HIV'nin vücutta neden on yıllarca kalabildiğini ve bazı dokuların neden enfeksiyon için birer rezervuar görevi gördüğünü açıklığa kavuşturuyor. Araştırmada, katılımcıların kan, kolon, özofagus, ince ve kalın bağırsaklarından alınan doku örnekleri incelendi. Ayrıca beyin dokuları da analiz edildi. Araştırmacılar, HIV'nin konak genoma ne sıklıkla entegre olduğunu analiz ederek, farklı bireylerin farklı dokularındaki desenleri karşılaştırdılar.
Bu keşifler, virüsün genomumuzdaki saklandığı yerleri belirleyerek, bu hücre ve dokuları hedef alacak yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine olanak tanıyabilir. Bu yöntemler arasında, enfekte hücrelerin yok edilmesi veya virüsün sessize alınması gibi yaklaşımlar bulunuyor.
Araştırmacılar, bu detayları ortaya çıkarmak için modern tedavilerin henüz mevcut olmadığı HIV/AIDS pandemisinin ilk yıllarından kalma nadir doku örneklerini kullandılar. Bu örnekler, virüsün farklı organlardaki doğal halini gözlemleme imkanı sunarak, hem HIV hakkında yeni bilgiler edinilmesini hem de tarihi bilimsel örneklerin korunmasının önemini vurguluyor.
Bu tür tarihi örnekler, pandeminin başlangıcında HIV araştırmalarına gönüllü olan kişilerin bağışları sayesinde günümüze ulaşmış durumda. Bu kişilerin korku, damgalanma ve sınırlı tedavi seçeneklerinin olduğu bir dönemde örneklerini bağışlama cesareti, bilimsel anlayışı ilerletmeye ve hayat kurtarmaya devam ediyor.
Bu çalışma, Communications Medicine dergisinde yayımlandı.