Kendinizi aç hissetmek sizi sadece bir şeyler atıştırmaya yönlendirmez, aynı zamanda bağışıklık sisteminizi de etkileyebilir.
Fareler üzerinde yapılan yeni bir çalışma, sadece açlık algısının bile, hayvanlar gerçekten aç kalmamış olsalar dahi, kandaki bağışıklık hücrelerinin sayısını değiştirebildiğini ortaya koydu. Bu durum, beynin açlığı yorumlama biçiminin bile bağışıklık sisteminin adaptasyonunu şekillendirebileceğini gösteriyor.
Yakın zamanda yayınlanan bu araştırma, bağışıklığın öncelikle kan şekeri veya besin seviyelerindeki değişiklikler gibi beslenmedeki gerçek, fiziksel değişimlerle şekillendiği yönündeki uzun süredir devam eden fikre meydan okuyor. Bunun yerine, yalnızca algının (beynin ne olduğunu 'düşündüğünün') bile bağışıklığı yeniden şekillendirebileceğini ortaya koyuyor.
Araştırmacılar, vücudun enerji durumunu algılayan ve buna yanıt olarak açlık ve tokluk hislerini üreten iki tür özel beyin hücresine odaklandılar. Bu hücrelerden AgRP nöronları enerji düşük olduğunda açlığı teşvik ederken, POMC nöronları yemekten sonra tokluk sinyali verir.
Genetik araçlar kullanılarak, zaten bol miktarda yemiş olan farelerde açlık nöronları yapay olarak aktive edildi. Bu küçük ama güçlü beyin hücresi grubunun aktive edilmesi, farelerde yoğun bir yiyecek arama dürtüsünü tetikledi. Bu bulgu, önceki birçok çalışmanın gösterdiği bilgileri destekler nitelikte.
Ancak şaşırtıcı bir şekilde, bu yapay açlık durumu aynı zamanda kanda monosit adı verilen belirli bağışıklık hücrelerinde belirgin bir düşüşe yol açtı. Bu hücreler, bağışıklık sisteminin ilk savunma hattının bir parçasıdır ve iltihaplanmanın düzenlenmesinde kritik bir rol oynar.
Tersine, araştırmacılar aç bırakılmış farelerde tokluk nöronlarını aktive ettiğinde, fareler yemek yememiş olmalarına rağmen monosit seviyeleri normale yaklaştı.
Bu deneyler, beynin aç veya tok olma algısının tek başına kandaki bağışıklık hücresi sayılarını etkilemek için yeterli olduğunu gösterdi.
Beyin ve bağışıklık sistemi arasındaki bu eksenin nasıl çalıştığını anlamak için araştırmacılar daha sonra beynin karaciğerle nasıl iletişim kurduğuna baktılar. Karaciğer, vücuttaki enerji seviyelerini algılamada önemli bir organdır. Araştırmalar ayrıca karaciğerin, kan ve bağışıklık hücrelerinin yapıldığı kemiklerin içindeki yumuşak doku olan kemik iliği ile iletişim kurduğunu da göstermiştir.
Çalışmada, açlık nöronları ile karaciğer arasında, kalp atış hızı, kan akışı ve organların stres ve enerji taleplerine nasıl yanıt verdiği gibi işlevleri düzenlemede geniş bir rol oynayan sempatik sinir sistemi aracılığıyla doğrudan bir bağlantı bulundu. Açlık nöronları açıldığında, sempatik aktiviteyi azaltarak karaciğerdeki besin algısını düşürdüler.
Bu, beynin, gerçek besin seviyeleri normal olsa bile, karaciğerin vücudun enerji durumunu nasıl yorumladığını etkileyebileceğini; esasen onu enerjinin düşük olduğuna ikna edebileceğini düşündürüyor. Bu da, normalde monositleri kana çekmeye yardımcı olan CCL2 adlı bir kimyasalın düşmesine yol açtı. Daha az CCL2, dolaşımda daha az monosit anlamına geliyordu.
Araştırmacılar ayrıca açlık sinyallerinin, insanlardaki kortizole benzer bir stres hormonu olan kortikosteronun salınmasına neden olduğunu da gördüler. Bu hormonun tek başına, en azından normalde oruç tutarken salınacak seviyelerde, bağışıklık hücresi sayıları üzerinde büyük bir etkisi olmadı.
Bağışıklık sistemini doğrudan etkilemek için genellikle çok daha yüksek seviyelerde stres hormonlarına ihtiyaç duyulur. Ancak bu durumda, kortikosterondaki mütevazı artış daha çok bir yükseltici gibi çalıştı. Kendi başına bağışıklık değişikliklerini tetiklemek için yeterli olmasa da, beyinden gelen sinyallerle işbirliği yaparak yanıtın gerçekleşmesine izin vermek için kritikti.
Bu durum, vücudun stres sisteminin ve bağışıklık değişikliklerinin nasıl ölçeklenebilir olduğunu ve stresli olayın doğasına ve yoğunluğuna bağlı olarak nasıl ayarlandığını daha da göstermektedir.
Bu Neden Olabilir?
Peki beyin bunu neden yapsın? Araştırmacılar bunu henüz resmi olarak test etmemiş olsalar da, bir olasılığın bu karmaşık, çok organlı iletişim sisteminin vücudun potansiyel kıtlıklara hazırlanmasına ve bunlara yanıt vermesine yardımcı olmak için evrimleşmiş olabileceğini düşünüyorlar. Beyin, algılanan ihtiyaçlara göre enerji kullanımını ve bağışıklık hazırlığını ince ayarlayarak, gerçek bir kriz başlamadan önce verimli bir tam vücut tepkisini koordine edebilir.
Eğer beyin yiyeceğin sınırlı olabileceğini algılarsa (örneğin, daha önce yiyecek kıtlığıyla ilişkilendirilen çevresel ipuçlarını yorumlayarak), enerji tasarrufu yapmak ve bağışıklık fonksiyonunu önceden ayarlamak için erken harekete geçebilir.
Bu bulgular insanlarda da doğrulanırsa, bu yeni veriler gelecekte bağışıklık sisteminin aşırı aktif hale geldiği hastalıklar için gerçek dünya etkileri yaratabilir. Bunlar arasında kalp damar hastalıkları, multipl skleroz (MS) ve kanser hastalarında görülen kaşeksi (aşırı zayıflama ve kas kaybı) sendromu sayılabilir.
Bu durum, obezite veya anoreksiya gibi metabolik ve yeme bozuklukları için de önemlidir. Bu bozukluklara genellikle kronik iltihaplanma veya bağışıklıkla ilgili komplikasyonlar eşlik etmekle kalmaz, aynı zamanda beyinde açlık ve tokluğun nasıl hesaplandığını da değiştirebilirler.
Ve eğer beyin bağışıklık sistemini yukarı veya aşağı ayarlamaya yardımcı olabiliyorsa, mevcut bağışıklık düzenleyici tedavilere yardımcı olmak için yeni beyin hedefli yaklaşımlar geliştirmek mümkün olabilir.
Yine de bilmediğimiz çok şey var. Bu mekanizmanın insanlarda nasıl çalıştığını araştıran daha fazla çalışmaya ihtiyaç var. Bu çalışmalar zorlu olabilir, çünkü insan beynindeki belirli nöronları deneysel modellerde olduğu gibi aynı hassasiyetle seçici olarak aktive etmek henüz mümkün değil.
İlginç bir şekilde, yüz yıldan fazla bir süre önce Sovyet psikiyatrist A. Tapilsky, hastalara açlık veya tokluk hissi telkin etmek için hipnoz kullandığı alışılmadık bir deney gerçekleştirdi. Dikkat çekici bir şekilde, hastalara tok oldukları söylendiğinde bağışıklık hücresi sayıları artmış, aç oldukları söylendiğinde ise azalmıştı.
Bu erken gözlemler, günümüzün bilimsel anlayışının çok ilerisinde, zihin ve beden arasında güçlü bir bağlantı olduğunu ima ediyordu ve hayvan modellerinde açlık veya tokluk gibi içsel duyumları yapay olarak üretmek için güçlü genetik araçları kullanma yeteneğimizin ürkütücü bir şekilde habercisiydi.
Açık olan şu ki, beynin vücudun enerji ihtiyaçlarına ilişkin görüşü, bazen vücudun kendisi yetişemeden bile bağışıklık sistemini şekillendirebilir. Bu durum, stres, yeme bozuklukları ve hatta yiyecek kıtlığıyla öğrenilmiş ilişkiler gibi koşulların iltihaplanmayı ve hastalığı nasıl tetikleyebileceği konusunda yeni soruları gündeme getiriyor.